Hayat garip. Ömrümüzden üç sene ve yüzlerce hayal çalındı. Pandemi dönemi herkes için yakıcı ve yıkıcı kayıplarla geçti. Şimdi bir büyük boşlukta insanlar, hatta -bence- majör depresyonda çoğumuz… Geçim derdi bir yandan, umutsuzluk bir yandan, yalnızlık bir yandan, amaçsızlık bir yandan… Ne okuduğumuz kitaba odaklanabiliyoruz ne de izlediğimiz filme. Netflix, Mubi, Disney Plus ve Amazon platformlarına üyeyim, ama bazen izleyecek hiçbir şey bulamıyorum. Filmleri ve dizileri kitaplar gibi yarım bırakıyorum. Parça parça izliyorum, dura dura, arada mutfağa kaçıp müsli, meyve salatası, birkaç parça çikolata molası, kahve ya da bitki çayı hazırlama işleri… Derken saçma sapan saatlerde yemek yemeler. Bilinçsizce tüketiyoruz her şeyi. Neyse, bu dönemde atölye çalışmalarına başlayayım dedim. O da çok sevdiğim bir iki dostumun ısrarıyla oldu. Pek hevesim yoktu, yaptıkça alışıyormuş insan gerçekten de. Önce “Yayıncılık ve Editörlük Atölyesi” yaptım; sınıf ilk hafta doldu ve çok eğlenceli bir çalışmaya dönüştü atölye pratiği. Sonra, çok sevdiğim kısa öyküler üzerine bir atölye yaptım, o da ilgiyle karşılandı ve keyifle geçti. “Kısa Öykü Atölyesi” ve “Yayıncılık ve Editörlük Atölyesi” yanında ücretsiz olarak “Haiku – Şiir Atölyesi” verdim. Elden geldiğince haikuyu, Japon şiirini anlatmaya çalıştım. Etkinlikler güzel geçiyor, etkileşimli oluyor. Ben de yeniden kaynak taramaları ve okumalar yapıp notlar alarak bilgimi güncelliyorum. Atölyeleri instagram sayfamdan (@kadiraydemir77) duyuruyorum genelde. Belki yeni konularla bambaşka çalışmalar yaparım zamanla. Şimdilik iki ana başlıkla yola devam.

Yıllar sonra yeni bir şiir kitabı yazdım. Haikulardan oluşan “Otların Kalbi” sonunda doğdu. Donuk, keyifsiz, tatsız günler… Yine de bir şeyler yapmaya, üretmeye çabalıyorum. Kitap bir parça umut oldu. Güzel duygu, özlemişim bunu. Umarım sevilir, okunur. Haiku, şiirde özel bir alan. Japon şiirinin dünyaya armağanı adeta. Yazması çok kolay görünen, ama bir o kadar zor bir şiir türü haiku. #OtlarınKalbi’nde 50 haiku yer alıyor, bu şiirlere Savaş Çekiç’in desenleri ve özel tasarımı eşlik ediyor. 5. şiir kitabım oldu bu çalışma. 45. yaşın içindeyken doğdu. Seneye öykülerimi çoğaltırım belki, onların zamanı yaklaşıyor. Ne zamandır öykü yazamıyorum, iyi olur, odaklanırım. “Kısa ve Öykü” isminde bir kısa öykü dergisi projem de hayata geçti. www.kisaveoyku.com Pdf dergi şeklinde hazırlayacağım bu dergi çalışmasını. Her gün yeni öyküler geliyor. Keyifle okuyorum. Sevgili Turgay Kantürk ağabeyimle beraber seçeceğiz öyküleri. Renkli bir çalışma olacak. Savaş Abi güzel bir tasarım yapar dergimize. Aslında basılı bir dergi yapmak istiyordum, ama yaşanan bu ekonomik krizde daha uzun soluklu bir dergiye dönüşebilir pdf dergi. Bakalım neler olacak. Zamanla göreceğiz. Nasıl olsa artık hep Kadıköy’deyim, a bugün bir de posta kutusu kiraladım kendime. PK 216 Kadıköy-İstanbul adresi artık bana ait. Dileyen herkes mektup yazabilir, PTT ile mektup ve kargo gönderebilir.

Labirent

LABİRENT / Kadir Aydemir

Kar yağıyordu. Yolunu şaşırmıştı, sokak lambasının uzayıp kısalan ışığına bakmasa anlamayacaktı bunu. Bu çirkin ağaçları tanımıyordu. Güçlü bir ölçüydü bakmak, gözün hesap hızı. Oysa adı ve tanımı yok hiçbir şeyin. Bakıp anlam vermek, ama devam etmek, sonunda ölüm olsa bile devam etmek yola… Hava soğuktu. Yürürken uyuşmuştu. Kalbi hızla atıyordu. Kalbi neden atıyordu? Nereye yetişmeye çalışıyordu? Damarları patlayacak gibiydi. Nereye gidiyor, bilmiyordu. Neden buraya geldi, bilmiyordu. Tek bildiği, bu ayrılık gecesinde, iki insan arasında donan, buz kesen bu yolda, sözcüklerin de kaskatı olduğuydu.  

Korkudan evden bile çıkamadığımız tanımsız zamanlardayız. Evden çıkmak neden insanı korkutsun ki, değil mi? Az önce SpaceX iki astronot taşıyan bir mekiğini uzaya fırlattı ve bunu canlı yayında izledim; aynı anda TRT 2’de çok sevdiğim bir film vardı: Boş Ev. -Hiçbir şeye konsantre olamıyorum ne yazık ki, bu bana has bir durum değil, eminim. Mekik uzaya çıkmadan yeşil çay demledim, terekte bulduğum plastik tasa biraz çekirdek koydum, Lindt almıştım, çikolatadan dörtlü bir parça kırıp sıcak çayın içine bandım, eriterek yedim. Taşınabilir bilgisayarımı kapıp, TV’yi açık bırakıp, çaya bir bakış fırlatıp terasa koştum. Merdivenleri çıkarken hiçbir şey düşünmedim, ama yıldızlı bir gökle karşılaşınca, bir ekranda göğe ağan o uzay mekiğine, bir de gökyüzüne bakıp yıldızların arasında onu aramadım dersem yalan söylemiş olurum. Göremedim elbette. Göremezdim de. O nerde, sen nerdesin. Önemi yok. Yıldızlar orada, gezegenler orada. Bazısı güçlü ışıklar saçıyor, bazısı yorgun bir su gibi zayıflıyor. Öyle işte. Yazmak istedim. Berbat günlerden geçerken, uzun zaman sonra bir not düşeyim dedim. Hâlâ yeryüzündeyim. Sahi, 2000 yılından sonra kim mutlu oldu ki? Her şey 1900’lü yıllarda saklı bir anı olarak kaldı işte. Ruhsuz ve mutsuz bir çağ 2000’ler. Herkes ölüyor. İnsanlar teker teker bir bilinmeze gidiyor. Mayıs ayında, önce arkadaşım ve yazarım Sunar Abla’yı, Sunar Kural Aytuna’yı yitirdik; sonra Tekin Abi’nin acı haberi geldi, Tekin Gönenç’i, o güzel insanı da yitirdik. Nereye gittiler bilmiyorum, ama yollarımız iyi ki kesişmiş. Bunu söyleyebilirim. Hem, insan nereye gidebilir ki?..

Kadir Aydemir Şiirinde Ses/sizlik/*
Cemil Okyay

     Şair, ressam e.e. cummings’le, şiirin bir “sessizlikler kompozisyonu” olduğu görüşünü paylaşan Isabelle Alfandary (*) “ses” ve “sessizlik”le ilgili şöyle bir açımlama yapar: “Seste sessizlik vardır, sessizlikte ses yeniden duyulur. Sessizlik duygunun bir niteliği, kendisi, duyuların algıladığı bir niteliktir. Bir fenomen, duygunun oluşması için gerekli biçimdir. ‘Sessizlik’ ve ‘ses’ sözcükleri şiirler boyunca tekrarlanırsa ve yinelenen bir motif, edebi bir ritornello oluşturmaya yönelirse, sessizlik ve ses yalnızca sözcükler ve değerler halinde uyandırılmakla kalmaz, poetik olaylar halinde canlandırılır.” (Yasakmeyve, Ocak-Şubat 2010, sf. 42, Türkçesi Ilgın Yıldız) Sessiz ama derinden bir acının izleriyle kendi yaşantısından beslenerek şiirini yazdığını söyleyen Kadir Aydemir için de “sessizlik” önemlidir; “Gözlerimi kapıyorum şiir yazarken ve sessizliği dinliyorum.”(1)  Read the rest of this entry »

Öykü Yazma Teknikleri Üzerine Kendime Notlar / Kadir Aydemir

İyi bir öykü nasıl yazılır? Bir öykünün iyi olması hangi şartlara bağlıdır? Ne zor sorular… Nasıl da karmaşık… Evet, bir metnin öykü olması çoğu insana göre belli kurallara bağlı, ama benim için değil. Geleneksel öyküde zaman belirleme, mekân, gerilim, sürprizlerle dolu bir son ya da çeşitli şaşırtmacalar kullanılır çoğu kez, ben bunların hepsini bazen kabul ediyorum bazen de reddediyorum. Kişi kendi ruhuna uygun olan sihirli noktaları kendi keşfetmeli ve kullanmalı. Öykü yazmak öncelikle gerçek bir histir, yola çıkaran sözcüğün kaynama noktasını bilmek ve dilde-anlatımda bir akış yakalamaktır. Bir mekâna ya da zamana bağlı olmak zorunluluğu hisseden yazar daha ilk paragrafta hapsetmiştir kendini. Bu cendereye neden sıkışalım? Öykünün zamansızlığını neden görmek istemiyoruz? Elinizde bir makasla kesilen bir ip parçası ya da yaşlı bir ağaçtaki kovandan koparılan bir avuç bal olduğunu düşünün; onlara bakınca kurduğunuz hayal onların bütüncül duruşlarından hem kopuk hem de onlara sıkı sıkıya bağlı değil midir? Öyledir… Köklerimize hem benzeriz hem de farklıyızdır geldiğimiz yerden…   Read the rest of this entry »

Tags: , , , , , ,

Kadehe bir buz daha attım. Gökte sadece tek bir yıldız vardı. Parlayıp sönen kederli bir yıldız. Yorgun gözlerimi kısıp baktım. Hâlâ yanıyordu sanki… Bardağı sıkıca tuttum, salladım, küçük bir anafor oluştu… Bir yarasa hızla geçti önümden. Ağzımda bekleyip ısınan alkolü yutkundum. Kanıma karışan o sonsuz yorgunluk hissi güçlenip yeniden geldi. Neydi zamanın benden çaldığı? Neden bitkinim artık? Kalbim neden yavaş atıyor? Bunca yıkıntı altında nasıl sağ kaldım? Nerede parçaladığım aynalar? Eski yüzüm nerede? Kocaman bir boşlukta hissediyorum bazen kendimi. Giden gitti, tırnaklarımla çizdiğim görünmez yaralar yeniden kanasa da, geçti zaman, döküldü sır… Söz verdiğim toprak bekliyor beni uzak yağmurların altında… Geceyi böyle karşılıyorum… Uzakta bir yıldız, tek başına, rüzgârın acıyla savurduğu perdelere uzanıp bana bir şey anlatmaya çalışan bir yıldız, gölgelere karışan ölülere seslenip kayboluyor. Otların arasında bambaşka bir hayat var, biliyorum. Son yudumu alıp kadehi uçurumdan aşağı bırakıyorum. Bir adım daha atıyorum… Karnımda boş bir hoşluk, derin bir sızı… Uzakta bir yıldız… Kırılan ayna… Kaybolan gölgeler…

OYUN / Kadir Aydemir

Babamın anısına…

“İyileşeceksin,” dedim.

İçinde geçen “M” harfine basa basa, içten, sıcacık, adeta kanatarak bir şey söyledi. Harfleri birleştirebilmeyi ne çok isterdim, anlamadım söylediği şeyi, ama anlamış gibi yaparak tebessümde bulundum. O sözcüğü daha önce bana hiç söylememiş gibi bir hali vardı yüzünde.

Önümde upuzun yatıyor, nefesi yüzüme çarpıyordu. Elimi elinin üstüne koydum. Erimiş etinin içindeki sert kemiklerini hissediyordum. Avucumu yavaşça bastırdım. “Sen iyi ol,” dedim. Bunu, bir şey söylemiş olmak için söylememiştim. Konuşamıyordum, sözcükler yok olmuştu, boğazıma tarifsiz, büyük bir kılçık batmıştı. Karşımda duran bu insanda, gözlerinin camında ölümün gölgesini görmüştüm. Ona hiçbir şey söyleyemezdim. Hiçbir şey… Belli etmemeliydim. Read the rest of this entry »

Tags: , , , , , ,

uygurcaSevgili arkadaşım M. Levent Kaya, “Sessizliğin Bekçisi”nden iki  seçip klasik Uygurca (sol), klasik Moğolca (orta) ve klasik Mançucaya (sağ) çevirmiş. Teşekkürlerimle.

 

 

Tags: , , , , ,

as%cc%a7ksiz-go%cc%88lgeler-o%cc%88yku%cc%88

AY YAĞMURLARI – “KURDUN AĞITI II”

Elmas Şahin

Çevrimdışı İstanbul’un son sayısında Kadir Aydemir’in öykü kitabı Sonsuz Unutuş‘a bilinçsel bir yolculukla anlatı üzerine anlatı yapmaya çalışmış, amansız bir bilinç yolculuğuna çıkan Yalnız Kurt ‘Tiresias’ı “dikenler ülkesi”nde ‘kırkveren ağacı’nın “aşksız gölgeler”i altında “ay yağmurlar”ıyla baş başa bırakmıştım. Daha doğrusu bilinmezlik onu “Taş Yol”a sürüklemiş, fütursuzca çalkalanan denizin kıyısında yolu yazarla kesişmişti. Bitmemişti daha öyküsü, yazarın varlığından habersiz üzerine dökülen ay yağmurları altında Likyalı ölüler için şarkılar söylerken bulmuştu bir anda kendisini. Bilemezdi neler olacağını, zira anlatıcısı da bilmiyordu olacakları, başı yoktu öykülerin sonu da olamazdı. Şimdi ay yağmurları, yarın kim bilir hangi sağanak karşılayacaktı kendisini, hiçbir fikri yoktu. Uzanmıştı işte yanı başındaki sahile. Çorak tepelerin rüzgârı nereye savurursa oraya gidecekti. Ben de peşi sıra.

Yazar dostumun ay yağmurlarıyla karşıladığı yalnız kurt aynalara çarparak düşüvermişti önüme. 2016 yılında yayınladığı Ay Yağmurları ile Kadir, Sonsuz Unutuş gibi bilinçten bilince çarpan otuz kısa öykü ve “kısa ölümler” başlığı altında birer dizeden birkaç satırlık elliye yakın şiir tadında “küçürek öyküler” ile bireyi dipsiz denizin kollarına atarak “oyun ve ceza”ya çarptırıverince bireyin ağıtı beni mıknatıs gibi çekivermişti oyunun içine. Daha doğrusu oyun muydu, ceza mıydı bilemediğim bir girdabın içinde Tiresias’ın peşine düşüvermiştim. Niye bu kadar beklemiştim? Niye susmuştum onca zaman bilmiyorum. Öykü kitabının girişinde Cortázar’ın sözlerinden farksızdı benim de durumum. İkimiz de susmuştuk. Söyleyecek tek bir sözümüz bile yoktu, hem bir o kadar yakın, hem de bir o kadar uzaktım kitaba. Bilinci dinlemiş olmalıyım, içime akıtmış olmalıyım sözcükleri. Gün bugünmüş diyorum. Emin değilim yine de. Sözcükler, sözcükler, sözcükler anlamını bulacak mıydı dışarı çıkınca? Hangi anlamı? Her okuduğumda değişiyordu anlamlar, dün başkaydı, bugün başka, yarın başka olacak biliyorum. Bir kış günü, “zamana yayılan öyküler” diye imzalayıvermişti Kadir. Zaman yakalamış olmalı bu kez beni diyorum. Read the rest of this entry »

Tags: , ,

« Older entries