Sonsuz Unutuş – “Kurdun Ağıtı” – Elmas Şahin

kadir sonsuz kapak

SONSUZ UNUTUŞ – “KURDUN AĞITI”

Elmas Şahin

Gerek Sessizliğin Bekçisi, Dikenler Sarayı, Rüzgârla Saklı, Soğuk Yazgı adlı şiir kitaplarıyla, gerekse Aşksız Gölgeler, Sonsuz Unutuş ve Ay Yağmurları isimli öykü kitaplarıyla adını duyuran Kadir Aydemir, sadece yazarlığı ile değil, yaratıcısı olduğu Yitik Ülke ve yayın kadrosunda bulunduğu Çevrimdışı İstanbul ile yayıncılık alanında da Türk edebiyatına anlamlı katkılar sağlıyor. Şiir ve öyküleri kadar genç şair ve öykücülerin doğmasında gösterdiği çabalar az değil. Ürettiği kadar ürettiriyor da. Eserleri birçok yabancı dile çevrildi ve çevrilmeye de devam ediyor. Dağıttığı ağaç tohumları ve fidanlarını saymama gerek yok, bilmeyen yok neredeyse.

Amacım elbette burada yazar dostum sevgili Kadir’i anlatmak değil, öykücülüğüne Sonsuz Unutuş ile eleştirel bir yolculuk yapmak. Aşksız Gölgeler ve Ay Yağmurları’nı her okuduğumda farklı hazlar alsam da, Sonsuz Unutuş’un yeri ayrı bende. Aynı bedende kol kola gezen iki kardeş ‘yaşam’ ve ‘ölüm’ belki de beni “sonsuz unutuş”a bağlayan. Belki de ‘babasızlık’. Yazar ile aynı kaderi paylaştığımız sonsuzluğa uğurlanan bir ‘baba’nın ironik bir biçimde unutuluşu. Ne var ki ölüm, unutma edinimini başaramıyor. Anılar, unutulmak yerine sonsuzca hatırlanıyor. Ölüm, yaşamın peşini bırakmadığı gibi, yaşam da ölümün peşini bırakmıyor. O nedenle sevgili Kadir, “unutuşun diriliğine” diyor Sonsuz Unutuş’un girişine. Öykü kitabının, Neruda’nın “Unutmak yok” şiiriyle başlaması da bir o kadar uyuşuyor öykülerin özüyle.

Kısa, ama anlamlı, bazen anlamsız, ama düşündürücü, bir o kadar da sorgulatan. Her okurda farklı farklı anlamlar çağrıştıran çok yönlü ucu açık öyküler. Bitmeyen öykü Kadir’in öyküleri. Son yok, bir başlangıç da yok. Acıtan, yaralayan, ürküten, tedirgin eden kırık dökük sözcükler… bilinç akışından gelgitler halinde dökülen parçaları birleştirmek ve yorumlamak okura düşüyor. Kaleminde yer yer Yannis Ritsos ve Pablo Neruda dokunuşları dolaşsa da Kadir Aydemir’in öyküleri, haiku şiiriyle harmanlanarak kırk çeşit meyve veren dev bir ağaca dönüşüyor. Nuh’un aşure sofrasına katık olan, İlker Öztop’un Türkçe’ye kazandırdığı ‘aşure ağacı’ da diyebileceğimiz ‘kırkveren ağacı’ bu. Allı yeşilli, sarılı turunculu, siyahlı morlu bir yığın meyve buram buram kokarak tatlı, acı, acımtırak, kekremsi, mayhoş, ekşi, tuzlu, keskin tatlar bırakıyor damaklarda.

Ağacın atar damarlarını ölüm, ayrılık, özlem, hasret, aşk, sevgi, yalnızlık sarıvermiş. Kılcal damarlarında acı, hüzün, keder, ağıt dolaşıveriyor. Ağacın kökleri toprağa sıkıca tutunsa da, dalları al kan içinde. Küçük bir esinti bile iliklerine işleyerek tir tir titriyor ağacı, ürkek bir çocuk ruhuyla doluyor bedeni. O ruh ki, sahili döven dalgaların arasında kalmış bir tekne gibi yalpalayıp duruyor. Dokununca ağaca, her parçasından ayrı bir ses ayrı bir seda işitiliyor. Sözcükler dev kıyılara çarpıp un ufak oluyor. Buz tutmuş dalgalar arasında gidip geliyor yazar, bazen yılların yıprattığı yaşlı bir adama, bazen kırık dökük bir kayığa, bazen yaralı bir ağaca, bazen kayıp bir mektuba, bazen terk edilmiş bir Japon balığına ya da ölü bir çapariye dönüşüveriyor.

Deniz, öykülerin bel kemiğini oluşturuyor diyebilirim. Günü gününe, saati saatine uymayan bir deniz. Durgun, coşkun, hırçın, bitkin, çaresiz, bulanık, sessiz… Sonsuz Unutuş’un en çarpıcı öykülerinden biri olan ıssız bir çölde yolunu kaybetmiş “Şair” gibi nereye aktığından habersiz, hangi limana demirleyeceğini bilmeksizin, nedensiz kıyıları döver. Ancak kıyılar değil, kendisidir yaralanan. “Kendimi yaralı, aç bir hayvan gibi duyumsuyorum, su bulamayan bir yılan gibi kıvranıyorum, yönünü bilmeyen bir solucanım bazen, yelelerinden sıcacık kan damlayan bir at. Gözü dönmüş bir yaban kurdu” diye tanımlayacaktır Kadir Aydemir, buzdağı gibi üst üste biriken acıların içinde kıvranan Şair’i. Yolunu kaybeden şair, kaleminin dokunduğu yerleri kana bular, sadece kendisini değil dokunduklarını da yaralar böylece.

Homer’in Odysseus’ı, Joyce’un Ulysses’i, Eliot’ın Tiresias’ı ya da Tanpınar’ın Mümtaz’ı gibi amansız bir arayış içine giriyor birey, çıkmaz sokaklara dalıyor, dikenli yollardan geçiyor. “Dikenle kaplı boz tarla”lardan… Bir karakış günü, ‘baba’nın arkada bıraktığı oğul, havasız, susuz, sevgisiz, çorak ve ölü bir dünyada pusulasız, yelkensiz bir başına kalakalıyor. “Yol uzun ve zahmetli”dir. Yolunu bulmasına yardımcı olacak ne bir denizci, ne bir kutup yıldızı, ne bir karınca yuvası, ne yosun tutmuş bir ağaç ne de bir mezar taşı çıkıveriyor. Güneş doğmuyor, gün ışımıyor, gece desen aysız, yıldızsız, simsiyah karanlık bir tül gibi düşüyor bu çaresiz gezginin üzerine. Ya “Dikenli Yolun Dediği” olacak, uçurumun hemen kıyısında kibrit sönecek, ay batacak ya da bilmediği yollarda kaybolacak. Yılan gibi kıvrılan yolun bir ucu denize, bir ucu salkım salkım göğe uzanan yaşlı kırkveren ağacına çıkıyor. İki arada bir derede kalıyor. Ya sırtını dayadığı ağacın acı, tatlı ya da ekşi tüm meyvelerini tadacak ya da denizin kollarında bilinmeyene doğru savrulacak. Yahut da her ikisine de katlanacak. Ne denizsiz ne de ağaçsız yapabilecek. Ağaç ve deniz arasında mekik dokuyacak. Çoğunlukla da ağaçtan bal yerine zakkum emecek, emdiği zakkumları denizin tuzlu suyuyla tatlandıracak. Hatıralarını, düşlerini, umutlarını, özlemlerini ölümün soğuk yüzü karşılayacak.

Ölüm öykü kitabını baştan sona sarıp sarmalar. Sinsice yaşamın içine dalar, “Denizin Yonttuğu,” “Dönüş Yılanı,” “Kar,” “Son Şarkı,” “Çapari,” “Ölümle Konuşma,” “Ay, Zaman, Ölüm” gibi öykülerde ölümün soğuk yüzü umursamaz tavırlarla en olmadık anlarda bireyin karşısına çıkıverir. “Denizin Yontuğu”’nda olduğu gibi artık ruhen ve bedenen çökmüştür birey. Ölümü beklemekten başka çaresi de kalmamıştır. Ancak ne ölmeyi başarabilecektir ne de yaşamayı. Yaşayan bir ölüden farksızdır şimdi. Kimseler farkında bile değildir. Ne eski gençliği, güzelliği, çekiciliği, görkemliği ve tazeliği kalmıştır ne de gücü. Dalgaların kıyıya çarptığı boyası dökülmüş, eski kırık bir teknedir artık o. “Tuzlu su boyamı döktü, rengim kayboldu ilkin… rengim olsa sesim de olurdu” diyecektir kendini dehlizin ortasına atan karakter. Zaman neyi varsa alıp götürmüştür artık. Bir bakıma “Kar”dır tüm bunların sebebi. “Kar” öyküsüyle başlamıştır ayrılıklar. O kar ki, “Zamanın bile üstüne konup, alıp götürmüştür tüm anıları.” Elbette bu ironiktir, anılar tazeliğini hiç yitirmemiştir, bireyi kapana kıstıran da o anılardır. “Denizin Yonttuğu”’na saplanıvermiştir şimdi karakter. Yıpranmıştır, yaşlanmıştır, çaresizdir, işe yaramaz olmuştur. O dipdiri bedeni çöktüğü gibi, sesi de kalınlaşıp boğuklaşmış, bozuk bir plak gibi sesini artık duyuramamaktadır. Ruhu dışarı çıkmak için can atacak, gözleri de yerlerinden fırlamak için çabalayacaktır, dişlerinin arasında ölüm kusan hasta köpeğin öldürmek ve öldürmemek arasında bıraktığı “Sonsuzluğu Arayan,” ‘mutsuz gezgin’ gibi. “Son Şarkı’nın çalmasını bekler. “Uykunun sonsuz ülkesi”’nde toprak kokusunun bedenini sarışını arzular.

Kadir Aydemir’in öykülerinde ölümün hemen yanı başında kocaman bir “bekleyiş” de vardır. Üç dört satırlık “Ke ke me Bir Öykü”’den birer paragraflık “Japon Balığı,” “Beklemek,” “Don Uyku,” “Üşümek,” “Düş” öykülerine; yarım sayfalık “Ayrılık,” “Yağmur Vakti,” “Kurdun Ağıtı” en fazla üç sayfadan oluşan “Gitmek,” “Kayıp Mektup Monoloğu” gibi öykülere kadar sonsuz bir bekleyiş hakimdir öykülere. Kırkveren ağacın kovuğunda can çekişerek bekler mutsuz gezgin. Kısacık öykülerin her birinde neredeyse koca bir ömür saklıdır. Kısa ve öz yazmayı seven yazarın, gereksiz sözcük ve lüzumsuz detaylarla uğraşmaya vakti olmaz. Daha doğrusu, laf kalabalığı yaparak öyküleri gereksiz yere ne uzatır, ne de okuru saatlerce yorar. Sözcükleri cımbızla çekerek, net vuruşlar yapar. Anlatılara şair yönünü de katarak, öykülerini bir bakıma şiirselleştirir. Yazar’ın akıcıdır anlatımı, bir solukta okunan cinstendir onun öyküleri. Ama defalarca kendini okutan türdendir. Sıkmaz. Aksine kendine çeker. Her okunuşta da ayrı bir anlama bürünür, derindir ifadeleri ve alınan haz öyle damaklardan çabucak silinecek türden değildir. Yapışıp kalır dilinize.

Öyküleri alıp sürükler sizi, gelgitleri fazla olan sahillere atıverir. Beklersiniz oracıkta, dönme ihtimali hiç olmayan bir sevgiliyi, bir babayı, anneyi, bir kardeşi ya da bir dostu. Dalgaların “Kayalıklar”a çarpan ‘potkal’ı açıp okursunuz içindeki mesajı. Çaresizce beklemeye koyulursunuz. Kolunuzdaki saatin “akrebi deli gibi döner” zaman geçer ama sevdiğiniz kişi bir türlü gelmez. Ne de siz ona gidebilirsiniz. Sesiniz içinize kaçar, kekelersiniz, boğazınız düğümlenir, giriverirsiniz ağacın kovuğuna, konuşmaksızın içinize akıtırsınız meyvelerin en acılarını. Zaten konuşsanız da sizi ne duyabilecek birisi vardır ne anlayabilecek biri. Vurur damarlarınıza dalgalar, o dalgalarda yok olmak istersiniz, nedenini bilmeksizin bir meltem esintisinin bile sizi alıp götürmesinden her nedense korkarak ağaca sıkıca tutunursunuz, küçük bir kelebek gibi daldan dal konarak meyvelerin özsularını içinize çekersiniz. Gitmek ve kalmak arasında bocalarsınız. Sonsuz bir uykuya dalmak istersiniz, beyninizin içindeyse “Sonsuz Bir Soru” çınlayıp durur. Anlamını bilemediğiniz tuhaf bir sorudur bu. “Rüzgâr durmuştur, sessizlik, sessizlik, sessizlik…” bir de uzaklarda belli belirsiz görünen “bir ışık” süzmesi… “Yağmur Vakti”dir artık. Karların erime vaktidir. Ancak yağan yağmur kardan daha soğuktur. Kirpiklerinizden yağmur olup akan gözyaşları donup kalır yanağınızda. Üşütür, acıtır, kanatır, batar iliklerinize kadar bir bal arısının iğnesi gibi. Kar taneleri her düştüğünde, gözlerinizden dökülen her yaş buza keserek içinizdeki karı eritmeye yetmeyecektir. Giden gitmiştir, kalan da yitiktir. Kadir’in öyküleri damarlarınıza girince çakılıp kalır oracığa. Her biri bir kılıç keskinliğinde yüreğinize saplanır.

Öyküden öyküye atladıkça rüzgârın sessizliği kısa sürer. Dallar yeniden hışırdamaya başlar. Giderek şiddetini artırır rüzgâr, deniz kayaları hızlıca döver. Uzaklardan helva kokusu gelir, mayhoş elmanın bıraktığı tada karışır. “Don Uykusu”’ndadır şehir. “Gece mavisi atkısını boynuna sarar.” Sokaklar boş, evler kimsesiz, kapılar kilitlidir. Birey, özlemini çektiği “dağ”ın karlı yamaçlarına doğru yol alır. Gözyaşlarını akıttığı yerler buz nehrine dönüşür. Don tutmuş ayaklarını sürür beyaza bürünmüş gölgesiz tepeliklerde. “Tenedos”un küllerinin kalıntılarını içine çeke çeke ilerleyen mutsuz gezgin Tiresias “O sihirli bitkiyi” kar tanelerinin altında buzlara gömülmüş olarak bulur. Buzlara tutunan bu ceset parçası cılız bitki yeniden yeşerir mi bilinmez, ama yine de vardır bir yerlerde karlar ülkesinde toprağa tutunan bir kardelen ya da bir minik açelya. Ve gezgin ölümü heybesine koyarak bir “deniz kızı”nın ardından “güneşin battığı yöne doğru yüzmeye” koyulur.

Artık yolu bekleyişten gidişe doğru uzanır. Gitmek, ama nereye? Var mıydı gideceği bir yer? Hem “Hangi Yıldız?” ona rehberlik edecekti? Gündüzleri de geceleri de kâbuslar içinde geçen birey, fare kapanında karabasanlar içinde çırpınıverir. “Kedi Oyunu” oynanmıştır bir kere. “Sonsuz bir unutuş”tur belleğine saplanan, “Unutup unutup yeniden hatırlamak” ne biçim bir kâbustur bu. “Zihnini kurcalayan tüm sözcükler, tüm anılar, boşa kaldırılan kadehler, – sandalyede oturan görünmez insanın şerefine içilen içkiler-, hepsi boşuna”dır. Anılar, unutmak isteyip de unutamadığı hatıralar mayalanıp mayalanıp karşısına çıkar. Sevgili tüm hatıraları ardında ‘kalan’a bırakıp da gitmiştir. Kalan, acı tatlı her ne varsa üzerinden silkeleyip atamamıştır. Bilincini denize akıtırken, tortuları içinde kök salmaya devam eder.

Gitmek ve kalmak arasında, ölüm ve yaşam arasında gelgitler yaşayan birey, çıkış yolu bulmaya çalışır, öykünün mutsuz gezgini, artık yalnız, yaralı bir ‘kurt’tur. Ya “Japon Balığı’ndaki gibi kendini asacak, ya Kedi Oyunu’ndaki gibi şakağına silahı dayayıp tetiği çekecek yahut da girdiği ağacın kovuğunda ne zaman geleceğini bilemediği ölümü bekleyecek. Ama geride birileri kalacak. Tıpkı kendisi gibi. Terk edilen birey, doğanın kanunu olarak birilerini terk edecek. İmgesel bağlamda geride kalan bir insan olabileceği gibi, herhangi bir canlı da olabilecektir. Terk edilen, akvaryumun içinde sırça fanusta tıkılı kalan bir Japon balığı da olabilir, bir göz odada kaderin ellerine bırakılmış küçük bir kedi de. Her ne olursa olsun “Kurdun Ağıtı” acı olur. “İnciten Şarkı”dır onun uluması. Yalnız kurt, acılara dayanmak da zorlanır. Yalnızdır, tek başına kalakalmıştır kocaman evrenin ortasında. Kurtulmanın iki yolu vardır, gitmek yahut da ölmek. Aslında ikisi de aynı şeydir.

Uykuyla uyanıklık arasında hatıralar denizinde boğulmanın eşiğine gelen mutsuz gezgin, sevgilinin avuçlarının arasından kayıp giderek, gözlerinin önünde bir su damlası gibi kayıp denize doğru akmasına mı içerlesin, yoksa yapayalnız kalışına mı? Zaman acımasızca ilerlerken, “Ölmeden” oyunu bitirmek ister Sonsuz Unutuş’un mutsuz gezgini. Ne varsa akıtır içindekileri homurdayan hiç susmayan hırçın denize. Ne var ki, gece olunca yine sessizlik, yine karanlık ve yine yalnız kurt, tek başına bir masanın başında elinde kadehiyle, sönen yıldızlara elini kaldırarak gözlerini kapatıp geçmişe dalar. “Tanıdık Yabancı” bilincine destursuz dalıverir. Oyunu nasıl bitirecektir? “Ayrılık,” kolay olacak mıdır? “Kavuşmak” ne kadar sürecektir? Sürekli üzerine yağan kar ne zaman son bulacaktır? “Üşümek” ne mümkün? İçi yanıyordu. “Avuçlarına buz parçacıkları aldı. İyice sıkmıştı kar tanelerini, şimdi buza dönmüştü onlar. Kar yağıyordu her yer bembeyazdı… ellerinin sıcaklığını duyumsadı. Kardan adama yaklaştı ve parmaklarını kalbine gömdü. Güneş açmıştı. Eriyordu.” Güneş midir karı eriten? Yoksa yalnız kurt’un içindeki yangın mıdır buz kesmiş kardan adamın içini sıcacık eden. Şimdi “Bir Kuru Kurgu”dur mutsuz gezginin oyunu. Yani yalnız kurt ayrılık ve kavuşmak sancısı içinde kıvranırken “ayrılık boynuna görünmez bir ip geçirmiş”tir bile. Oyunu şimdilik ayrılık kazanmıştır, yani ayrılık ayı olan ‘kış’ kazanmıştır. Kavuşmak ise özlemle beklenen bir ‘bahar’a kalmıştır.

Kurduğu “Düş” bir gün gerçekleşeceği umuduyla “kırk bir gülümseyişle” yoluna devam eder. Aslında ayrılık mı yoksa kavuşmak mı daha iyidir tam olarak kestiremez. Bilinmezlik onu “Taş Yol”’da ayağına çakıllar bata bata nehrin kesiştiği denize doğru sürükler. Zaten yeri yurdu olmayan, “gidecek tuzdan bir göl”ü bile olmayan kimsesiz gezginin, bu yaşlı yalnız kurdun ne denizden başka gidecek bir yeri ne de ağaçtan başka sığınacak bir yuvası vardır. Uzanır boylu boyunca kumsala. “Ağacın en uzak yapraklarını” seyre dalar, çürük meyve kokuları genzini yakar. Dalgaların yumuşak dokunuşlarını yüzünde hisseder. Özlem yakar içini.

Şimdi “Ay, Zaman ve Ölüm” vaktidir. “Zamansız” gitmiştir sevgili. Çiçekler kurumuş, gün geceye dönmüştür. Her hatırlayışta “Anıların kılıcı” acımasızca batmaktadır yüreğine. Ayrılığa katlanır katlanmasına ama “dikenler ülkesinde” gölgesine sığındığı ağacın dibinde kök salsa da bir daha çiçek açabilecek midir? Parıldayan ay yüreğini aydınlatabilecek midir? Doğan güneş içini ısıtabilecek midir? Peki ya Likyalı ruhlar peşini bırakacak mıdır? Oysa “batık geminin ölüleri kadar mutsuz”dur. Çorak tepelerden esen rüzgar “yoksul ölüler için bir şarkı” mırıldanırken, yanı başındaki deniz de fütursuzca çalkalanmaya devam eder. Öte yandan kurt sonsuz bir unutuşla acı acı ulurken, yazar dostu da ağacın tepesinden üzerine sağanak sağanak “ay yağmurları” serpiştirir.

Sonsuz Unutuş, Kadir Aydemir, öykü, Yitik Ülke Yayınları, 2. Baskı, 80 sf.

Bu yazı Çevrimdışı İstanbul Edebiyat Dergisi’nde yayımlanmıştır.

Tags: , , ,

Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

* Copy this password:

* Type or paste password here:

9,664 Spam Comments Blocked so far by Spam Free Wordpress